“Yoğken sordu; Murat Küçükçiftçi, Rıdvan Tulum, Davut Yücel, Ertuğrul Rast ve Tuba Kaplan cevapladı.”
“GÜNÜMÜZ TÜRK ŞİİRİNDE YIKILACAK PUT VAR MI?”
Murat Küçükçiftçi
“şiir namına tık yok”
Nazım Hikmet’in Resimli Ay dergisinde yayımladığı “Putları Yıkıyoruz” başlıklı iki yazısını hatırlatan bir soru. 1929’da, yani yaklaşık yüz sene önce çıkmış bu yazı. Abdülhak Hamit ve Mehmet Emin’i hedef alan yazılar, devamındaki tartışmalarla edebiyat olayına dönüşmüş. Yine sorunun hatırlattığı bir başka husus, Mehmet Akif’in Abdürreşid İbrahim Efendi’ye söylettiği “Eski divanlarınız dopdolu oğlanla şarap” mısraıyla özetleyebileceğimiz tutumu. Bu iki anekdot, şiir ve put kırıcılık meselesinin nispeten eski diyebileceğim tezahürleri olarak görülebilir. Modern Türk şiirini ilgilendirmesi bakımından daha eskiye, sözgelimi Namık Kemal’e de gidebiliriz; daha yeniye, örneğin Orhan Veli ve İkinci Yeni’ye de gelebiliriz. Günümüze doğru yaklaştıkça, put kırma meselesi kişilerden çok kuşaklarla ilgili hale geliyor. Bir kuşak, genellikle uzunca bir süre önceki kuşakla uğraşıyor çünkü. Üstelik bir kuşağın yapıp ettikleri o kuşağın çırakları tarafından belki de haddinden fazla önemsendiği için put teşbihi kuşaklar arasında yaşanan çetrefilli ilişkiyi bir yönüyle açıklıyor. Puta tapanlar put kırıyor deyim yerindeyse.
Bugünün şiirinde böyle bir puttan sanırım söz edemeyiz. Şiirimizde kırılacak put kalmamıştır. Tahrip faslı öyle uzun sürmüştür ki belki Cumhuriyetle yaşıttır denebilir. Cumhuriyetin değişmez gündemi olan eski-yeni kavgasının gölgesi, her meselemizde olduğu gibi edebiyatta da fazlasıyla üzerimizde kalmıştır. Şiirde put kırıcılık, deformasyon şeklinde gerçekleşmiştir çoğunlukla. Burada şairin becerisi kadar değişen gerçekliğin de hakkını vermek gerekir. Mevcut şiiri eskiten, gözden düşüren şey put kırıcı şairin hüneri kadar değişen hayattır da. Bugün değişimin hızından söz etmeye gerek yok. Neyin değiştiğini anlayacak, değişimin etkisinin neler olduğunu gözlemleyecek vakit dahi yok. Şiirin bu çılgınlığa eşlik etmesi anlamsız ve gereksiz.
Bugünün şiirinde kırılacak put yoksa ne var peki? Dağınık düşüncelerle birkaç sorundan bahsedebilirim. İlk olarak, şairlerin sözün gücüne inanmadıklarını söylemem lazım. 2010’lar şiirindeki biçimci çıkışlar, şiir içi bir konuydu. Bugünün biçimciliği ise şiirin dışında kalıyor. Söze hizmet etmiyor artık biçim. Sözün yokluğunun, söze inancın yokluğunun üstünü örtüyor sadece. Bir şairin yedi yirmi dört aklından çıkarmaması gereken soru şu bence: Söylemeye değer bir sözüm var mı?
Bir diğer sorun eleştirinin hayatımızdan çekilmesi. İyi şiir, iyi eleştiriyi çağırır, diyerek eleştirinin yokluğunu şiirin yokluğuna mı bağlamalıyız? Topu taca mı atmalıyız yani? Ya da iyi eleştirinin iyi şiiri çağıracağını söyleyerek umutlanmalı mıyız? Ben topu taca atmaktan yanayım. Eleştirilmeye değer şiir yazmalı şairler.
Son olarak duyarlılık sorununa değinmeliyim. Eleştiri yokluğuyla bağlantılı bir sorun bu. Duyarlılığın konusu bazen tarih, bazen doğa, bazen cinsiyet, bazen yüzeysel Doğu (Ortadoğu desem daha anlamlı olur!) -Batı karşılaştırması olabiliyor. Sözgelimi bozuk heceyle yazan şairler hayat ve eleştiri yerine tarih ve doğadan onay almaya bakıyor. Hayattan onay olmayı iş bilenler, yaşam biçimi savunusu yaparak şiiri hafifletiyor. “Avrupa’nın kadınları ne kadar özgür ah ah” gibi çiğin çiği mısralarla karşılaşıyoruz. Sosyal bilimlerin bu denli gelişmesi, şairleri duyarlılık alanına itmiş gibime geliyor. Sadece şiirle geliştirilebilecek bir siyasetin, bir başka deyişle şiirin siyasetinin buharlaştığı bir dönemdeyiz. Sağdan sola duyarlılıklar devrinde şiir. Duyarlılık, şairin eleştiriden kaça kaça girdiği kovuk. Kovuktan fısıltı, homurtu, tıkırtı geliyor ama şiir namına tık yok.
Davut Yücel
“yıkılması gereken putlar konfor alanında”
Bu soruya bir soruşturmayla verilecek yanıtın kapsayıcılığı konusunda emin olmamakla birlikte evet yıkılacak bir putun her zaman olduğunu söyleyebilirim. Zaten olmalı da. Ancak bunu yapıcı bir eyleme dönüştürebilmek için bahsedilen yıkma eylemini bir sonuç olarak değil süreç olarak değerlendirmeli.
Şairleri, eleştirmenleri ve şiir üzerine yazanları düşündüğümüzde bir süredir şiirimizde “öfke” eksikliğinin olduğunu söylemek gerekiyor. Öfkesiz değiliz ancak herkes öfkesini kendi köşesinde biriktiriyor. Bu nedenle de o öfke büyüyüp edebi bir meseleye, poetikaya bürünemiyor. Şiir okuruna ve belli bir şairler bütününe mâl edilecek türden öfkeler üretemiyoruz. Kişisel kalıyor hepsi. Ortak konularımız olursa birilerinin–belki kendimizin keyfi kaçacakmış gibi geçiriyoruz günlerimizi.
Bu anlamda aslında şairlerin birbirine karşı beslediği öfke duygusunun da sağlıklı olmadığını söyleyebiliriz. Bu duygu belli bir olgunluğa erişemediği için de görmezden gelmeye varıyor konu.
Öfkeyi önemsememin nedeni duyguların esasında negatif ve pozitif yönleriyle birlikte çift taraflı olması. Örneğin sevme duygusunun yalnızca pozitif yönünün sağlıklı ve doğurgan olmadığı gibi öfke duygusunun da yalnızca negatif yönü bize bir şey vermez. Dolayısıyla yıkıcı ve saldırgan bir öfkeden bahsetmiyorum. Öfkenin harekete geçiren tarafından bahsediyorum.
Şiirde öfkesizliğin, vasıtlığı nasıl normalleştiğiyle ilgili 2018 yılında Natama dergisinde bir yazı yazmıştım. Doğan Hızlan, “öfkesiz” bir eleştirmen olarak “poetik öfke”min odağı olmuştu. Kendisi bir anlamda evet kolay bir örnek. Çünkü edebi meselelerin merkezinde yer almayı tercih etmiyor. Fakat öfkesizliği normalleştirecek kadar da etkin bir isim. Bu öfkesizliği yani poetikasızlığı, Türk şiirinde vasatlığı normalleştirmek kimler için konfor alanı yaratıyor diye düşünmekte fayda var. Yıkılması gereken putlar o konfor alanlarında duruyor olabilir.
Türk şiirindeki atlamalara baktığımızda bu türden yapıcı bir öfkenin şairleri yeni bir şey söylemeye ittiğini görürüz. Tanzimat şiiri, Garip şiiri ve İkinci Yeni’de de durum farksız değil. Turgut Uyar, Garip şiirinin kendi meramlarını anlatmaya yetmeyeceği için o şiiri yazdıklarını söyler. Geriye doğru baktığımızda da benzerlerini görürüz. Bugünün şiirini neden böyle yazdığımızla ilgili ortak düşüncemiz yok ve adım atmamızı sağlayacak çoğulcu öfkeye sahip değiliz. Bu düşüncem herkesin bir fikir etrafında toparlanması gerektiğini söylemiyor. Belirli bir ortak aklın oluşmasını kastediyorum. Bizi şiire mâl olmuş öfkeler ve meseleler ilgilendirmeli.
Tuba Kaplan
“Türk şiiri sözü aracısız kıldı, put yıkıldı”
Türkiye’nin sosyolojik temelinin üzerinden bir dozer geçiyor. Fikri alt yapımız, düşün dünyamız bu organik olmayan gelişmelere karşı kapalı ve donuk durumda bana göre. Yazı değişimi fişekleyen ve insanın ruhunu kışkırtan, konfordan çıkaran bir etki gücüne sahipken bugün bu hızın karşısında yerini kollamaktan taarruza geçemiyor. Türk düşünce dünyası, şiiri, bir teklif ve fikir önerebiliyor mu?
Nazım Hikmet, Resimli Ay’ın Haziran ve Temmuz 1929 sayılarında “Putları Yıkıyoruz” başlığıyla malum bir tartışma başlatmıştı. Abdülhak Hâmit ve Mehmet Emin’i hedef alan iki yazı siyasi sonuçlar da doğuran bir eski-yeni kavgası başlatmıştı. Sonra Abdülhak Hamid’e, daveti üzerine gittiği çay sohbetinde Nazım: “Şairlerin sanatına değil etrafında oluşturulan putlaştırma hareketine karşı” olduğunu söyler. Kendine göre ideolojilerden öte bir zümrenin korunaklı alanına çatmıştır Nazım. Bugün Türk şiirinde kurumsal iktidar, mahfillerin iktidarı ve kişilerin iktidarı çözülmüştür. Zaman ve mekan bu “yük”ten kurtularak, yeni iletişim ve yayın tecrübesi, internetin nitelikli içerikleri ortaya çıkarmasıyla esneklik kazandı. Şöyle ki; sözü olanın bir şekilde, sosyal medya ya da çeşitli mecralarda kendine alan açtığı yerler, yazının iktidarı ve varoluşsal tekilliğini üzerine alan, aracı kişilerin iktidarını zedeledi. Yazı ve yayın arasındaki put yıkıldı. Şirk ortadan kalkmak için putlar temizleniyor. Put aracıdır ve bulunduğu sınıfa birtakım ayrıcalıklar sunar ve ayrıştırır. İşte Nazım’ın kavgasının eskidiği yer, hala bunca iktidar alanına rağmen, tam da burası. Türk şiiri sesinde beliren deneyimi şiirin içine alarak, siyasi ya da memur bir zümreyi, kendini dayatan bir narsisti yenerek sözü aracısız kıldı. Peki bu bir yandan, yazının varoluşsal bağına ve kendi doğasın karşılık iyiye yönelik bir gelişme iken, başka açıdan ne tür riskler doğurabilir? Yeteneksiz ve tarihin, insanın içerisinden beslenmeyen bir şiir alanı, yüzeysel bir metin doğabilir. Burada okur dünyevi bir çabaya girip, ruhban sınıfının yıkılan iktidarında kendi bağını kurmak zorunda. Bir diğeri nedir?
İşte o putları yıkma tartışmasında konumlandırılan gelenek ve değerlere sahiplik refleksi bugün çözülmüş durumda. Bugünün şairi ve okuru ahlakı kendine göre, şeytani bir hazla, kışkırtıcı bir arzuyla, temelsiz ve dayanaksız bırakarak Şuara Suresi’nden nasibini almış durumda. “Bile bile yalan söylerler…” Fakat kadim olan şey doğruluktur. Hakikat ve varoluşun sesinin dürüst bir yankısı Lisan_ı hakikat’tir. Modernizmin çözülen değerlerine karşılık temiz bir hırkaya kim sahip çıkıyor? Yerinden, günlük hayatın kötücül seçimlerinden elbisesini kim temizliyor? Herkes gibi inanmayı kim reddediyor?
“Lisanı- Sözü doğru söyleyin” ikazı ve dikkati yalana karşı bir put kırıcılık içerir.
Bugün şiirde temiz bir lisana, hakikat arayışına karşı bir put kırıcılık hareketi ya da arzusu, var mı ve bu soylu arayış Türk şairini ilgilendirecek mi?
Peki şiirin durakları, düşünceleri, tavırları, ölçüsünü belirleyen bir değer duygusu oluşuyor mu? Çağın inançları, ahlakı, görgüyü, izzeti, şerefi hiçe sayıp bir benlik inşası içine girerken, herkesin bölünerek benliğine bir haklılık payı icat ettiği, iki yakasının içerisinde onlarca putu beslediği, kolladığı ve arka çıktığı bir zamanda şairin beni ne olacak?
Türk şiiri tüm benlik putunu yıkıp kendi benliğini şirke koşmadan bulacak mı?
Rıdvan Tulum
“artık put hızlı ve değişen şeyin adı”
Toplumun bunalım içerisinde olduğu dönemlerde, toplumu bir arada tutan “doğal” bağlar, zamanla zayıflar ve kırılırlar. Bu toplum, artık hareketsizdir, gündelik hayatın bilinmezliğinin içinde, anın kendisini kutsamaktan başka yapacak bir şeyi yoktur. Geçmiş ve gelecek, yerini şimdiler yığınına terk etmiştir. Artık, gündelik hayat, “yeni” olmayan “yeniler” üretmeye başlamıştır. Melankolinin yenileri, acının ve mutluluğun yenileri, korkunun yenileri, sevgilinin yenileri raflardaki yerini hızla alır ve tüketilir. Sınırlı sayıdadır bunlar. Bu yenilerin son kullanma tarihi oldukça kısadır. Çünkü, bantta yerine gelecek “yeniler” beklemektedir. Açıklamak, -böyle kısa süreli duygular ve anların içerisinde- yerini ifşa etmeye bırakır. Bu yüzden, anlamayı, sadece görüp duymak olarak kavramaya başlarız.
Günümüz Türk şiirinin yapısı içerisinde yıkılacak poetik bir put, kavram, cemiyet, cemaat, muhit ya da şahsiyet var mı emin değilim. Ama bir put varsa, bu gündelik hayatın tam ortasında duran, bizi işleyen ve dönüştüren “yeni”lerdir. Bir puttan söz etmek için, putun uzun süre ikamet etmesi gerekir; günümüzde bu uzun süreli ikamet söz konusu değildir. Artık put, hızlı ve değişen şeyin adıdır. Şairin, konsantre olacağı, işleyeceği, derinleşeceği, üzerine gideceği, eksiklerini göreceği şeylerin çokluğudur. 2000’lerin çözemediği, 2010’ların kendini kaptırdığı, 1990’ların ise başladığını fark etmediği…
Ertuğrul Rast
“bilinçaltı putu, şiirde sabit bir tekniğe yaslanıp kalmak”
Siz soruyu ilettiğinizde aklıma ilk olarak Nazım Hikmet’in ilgili yazıları geldi, ardından pek dillendirilmeyen birkaç mesele oluştu zihnimde. Bunları “bilinçaltı putu” olarak adlandırdım. “Bilinçaltı” kelimesini kullanmamdaki sebep bu engellerin henüz tam olarak yüzeye çıkmaması ve farkına varılmamasıdır. Ancak bahsedeceğim “bilinçaltı putları” şiir ortamında yüzeyde görünür olan putlar kadar etkiye sahiptir. Şiirimizdeki krizlerin aşılması adına bu “bilinçaltı putları”nın da yıkılması gerekir.
İlk açmak istediğim “bilinçaltı putu” şiirde sabit bir tekniğe saplanıp kalınmasıyla ilgili. Mesela, bir şiir kitabını okuyoruz baştan aşağı ironi, bir diğeri tümüyle aforizmalarla kaplanmış, bir başkasında tamamen deformasyon kullanılmış, bir diğeri asonans, aliterasyon ve disonanslarla dolu ve daha burada saymadığım birçok teknik. Hatta birçok şair seçtikleri, alıştıkları “sabit tekniği” tek bir kitapta da bırakmayıp kitaplar boyu, hayat boyu sürdürüyor. Bu tekniklerin amaç değil, araç olarak görülmesi gerektiği unutuluyor ve bu teknikler adeta fetiş haline getiriliyor. Şiirler üzerine teknik yorumlar yapmak kolaylaşırken şiirin özünü kaçırıyoruz. Şiirde “tek bir sabit tekniği putlaştırmak” ve amaç haline getirmek şairin kendi açısından da bir sorunu beraberinde getirebilir, şair kendi yaratıcılığına da ket vurabilir. Her yazdığı şiiri o “sabit tekniğin” süzgecinden geçirmek zorunda kalmak, özgün ve içten gelen yaratıcı süreçlerin tıkanmasına da yol açabilir veya diğer tekniklere karşı zamanla bir tür körlük de gelişebilir. Teknik amaç olduğunda şiir de araç olur böylece. Bu durumu ideolojiye kurban edilen şiirlere benzetebiliriz. İdeoloji gibi teknik de bir amaç olmuştur çünkü. Hep dile getirilen “birbirine benzeyen şiirler okuyoruz” şikâyetinin altında yatan sebeplerden biri de şairlerin “sabit bir tekniği” kendi kitapları, kendi hayatları için kilit noktaya taşımalarıdır. Birçok tekniğin iç içe geçtiği, “tek bir sabit tekniğin putlaştırılmadığı” kitaplar daha şık geliyor bana.
Bir diğer “bilinçaltı putu” şiir eleştirisi ile ilgili. Son yıllardaki hem kitap tanıtım yazılarında hem de ciddi eleştiri yazılarında da rastladığımız bir put bu. Bu yazılarda entelektüel yaklaşımın egemen olduğunu ve şiirin duygusal ve estetik etkisinin göz ardı edildiğini görüyoruz. Şiirler birçok açıdan derinlemesine analiz ediliyor. Şiirlerin psikanalitik, kültürel göndermeleri ele alınıyor, dilbilimsel, felsefi boyutları inceleniyor, derin anlamları tek tek ortaya çıkarılmaya çalışılıyor. Keyifle, merakla okuyoruz bunları. Buraya kadar her şey normal. Peki, okunan, üzerine eleştiri kaleme alınan şiir/şiir kitabı okuru etkiliyor mu? Okurda Stendhal Sendromu yaratıyor mu? Yaratmıyorsa neden ya da yaratıyorsa neden? Şiir/şiir kitabı okurun zihninde bir karmaşa, rahatsızlık ve değişim yaratıyor mu? Okuru sarsıyor mu? Okurda ne tür etkiler, izler ve düşünceler bırakıyor? Bu soruların cevaplarını pek çok eleştiri yazısında bulamıyoruz. Sanki bunlardan bahsetmek yasaklanmış gibi. Bu, şiirin estetik etkisinin eleştiri eliyle göz ardı edilmesidir. Belki de şiirden ilk beklediğimiz şeyin pas geçilmesidir. Eleştiri yazısında nesnel bir yerden bakmak adına bu kaçış refleksi doğuyor olabilir fakat şiir/sanat söz konusu olduğunda eserin içeriğinin Sofistçe bir öznellikten ibaret olduğunu öne sürmek büyük bir iddia olur. Sanat eserinin uyandırdığı etki, deneyimi öznel kılsa da, bu etkinin ortaya çıkarılmayı bekleyen bir öz barındırdığını söyleyebiliriz. Eleştirmenin kaleminde dile gelmeyi bekleyen şey, deneyimlenirken öznel, kavranırken nesnel bir içeriktir sonuç olarak. Çünkü şiiri/sanat eserini deneyimlemek, ona gömülü olanı bilince getirir. Eleştirmenin sakındığı öznel anlatıda sanat eserinin nesnelliği gizlidir. Bu bağlamda eleştirmenin işi öznel deneyimde nesneli dile getirmek de olmalıdır. Öznel duyuma yer vermekle o, nesnel bir dışa vurma aracı olacaktır. Eleştiri yazısındaki entelektüel yaklaşımlar ne kadar nesnelse şiirin estetik değerine dair çıkarımlar da bir o kadar nesnel sayılabilir. Dolayısıyla yukarıda sıraladığım soruların eleştiri yazılarında öznellik içerecek endişesiyle cevapsız bırakılması pek tutarlı görünmemektedir. Son olarak istisna eleştiri yazılarının varlığını da belirtmeliyim, genel tespitimi yanlışlamaya yetmeyecek kadar az sayıda olsa da.